Dönüş!


Bu bir gezi yazısı... Aslında bir gezi yazısıydı.

Bir seyahat sırasında, içinde tarihi bir binanın da bulunduğu, yeşillikler içerisindeki bir yamaca vuran güneşi yakalama çabasıyla çekilmiş bu fotografa baktıkça aklına gelenleri yazıya dökme isteğiydi.

Yine bir başka seyahat esnasında dümdüz edildiğini görene kadar yazılamadı hakkındaki o güzel yazı. "İyi bilirdik" demekten başka bir söz kalmamıştı.

Yıllarca bilgisayarın bir köşesinde durup, hakkında bir kaç kelam edilmeyi bekliyordu yukarıdaki fotograf ya da Nevşehir'in Kale bölgesindeki bu yeşillikler içerisinde, kavak ağaçlarıyla süslü yerleşim yeri. Sırtını hafif eğimli  bir tepeciğe dayamış, ayaklarını uzatmış Nevşehir Kalesi'ne bakıyordu.



Önceleri kimler yaşardı bilinmez ama onlar gideli çok olmuş, sonra yeni sahipleri gelmiş, kemerli, cumbalı, sütunlu evler gitmiş, bir dönüşüm yaşanmış ve yeni hayatlar arasında, eskisi gibi olmasa da, tekrar yeşermiş. Orta yerde duran Meryem Ana Kilisesi ise, tabakta kalan son lokma pasta gibi, dokunulmazlığını hep korumuş, heybetinden hiçbir şey kaybetmeden varlığını devam ettirmeyi başarabilmiş.

Ve günümüz vebası kentsel dönüşüme uğramış... Dönüşüm denince ürperiveriyor insan, Anadolu'nun farklı köşelerine yöre, konum, kültür demeden aynı binaların dikildiğini görünce, burası için de sonun farklı olmayacağını biliyor.

Bu noktada ister istemez insanın aklına şu sorular geliyor; hangi ara böyle olduk biz, hangi ara dilimizden düşüremediğimiz tarihimizden bu kadar çabuk vazgeçer olduk? Ne zaman bu yıkıp yok etme kültürüne biat etmeye başladık.

Restore etmeyi, olduğu gibi korumayı hiç düşünmeden, belki serde yatan egolarımızla, biz daha iyi biliriz, daha iyisini yaparız düşüncesiyle eski olanı hor görerek, yeni olana "yaşasın yeni kral" muamelesi yaparak tarihimizi, geçmişimizi, en önemlisi de anılarımızı elimizin tersiyle iter olduk.

Örnekleri saymakla bitmez ama Viyana'daki 200 küsür yıllık Demel Pastahanesi'ni anlata anlata bitiremezken, İnci'ye sahip çıkamadık, "hala ilk kurulduğu günkü gibi" diyerek ayıla bayıla anlatırken bir çok yurtdışı gezimizi, konu kendi köyümüz, kentimiz, evimiz olduğunda yıkılıp da yapılması için en önde bayrak taşır olduk. Çok uzağa gitmeye gerek yok aslında, elin oğlu 500 yıl öncesini eline kamerasını alıp, sokağa çıkıp çekebilirken, biz 30 yıl öncesine ait bir hikayeyi beyaz perdeye yansıtmak için stüdyolar, setler kurmak zorunda kaldık.

Viyana kapılarından döndüğümüzden beri bahanelerin arkasına sığınmak, yakınmak ve söylenmek alışkanlığımız oldu, alışkanlıktan da öte kültürümüz oldu artık. Bu konuda da söylenecek çok şey, sorulacak çok sorumuz var maalesef ama artık cevapları bulma vaktimiz geldi de geçiyor ve sanırım inşaat sektörüne, yöneticilere ya da muktedire söylenmeden önce çuvaldızı kendimize batırmamız gerek.

Belki de kendimize şu soruyu sorarak başlayabiliriz. Bizler anılarımızı ne kadar seviyoruz? Anılarımız olmasa ne olurdu ya da olmasaydı da olur muyduk?

(Yıkımlar esnasında dünyanın en büyüğü olduğu söylenen 7 kilometrelik bir yeraltı kentinin de ortaya çıktığını ve nedense 1. değil de anca 3. dereceden sit alanı olabildiğini de belirtmekte fayda var)

Yöre ile ilgili daha fazla bilgiye bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.